Tuesday, November 27, 2007

Cemil Meric Yazilari

Küresel denizlerde çapasını unutmuş bir gemi

Bir nevi antibiyotik yapmalıyım..." diyordu Cemil Meriç. Bir nevi panzehir. Düşünme melekesi iğdiş edilmiş nesillere sunulacak olan şifa küpü kelimeler, bir başka deyişle.

Gecenin karanlığını, gündüzün sisini delen gözleri, Cemil Meriç'i aydınların beyin felcine bir tiryak aramaya sevk etmişti. Ömrü günü bu arayışın peşinde geçmiş, bu yolda yorulmuş, yaralanmıştır. "Aydın, yaralıdır" ona göre çünkü. Aydının yaralı olması, şanındandır.

Ama aynı zamanda o, yaralarını başkasına bulaştırmak yerine, kanını içine akıtacak, dışarıya ise "kızılcık şerbeti içtim" diye gülümseyecektir. Çünkü bilmelidir ki, kendini tedavi ederken yalnız kendisini değil, bir paratoner gibi üzerinde topladığı toplumun asırlık yıldırımlarını sağaltan, yumuşatan ve toprağa veren aracıdır aydın. Bu elektrik yükünü bir rahim gibi yüklenen toprak, bir başka baharda başka fidanları itecektir toprağın üzerine; feyizli, bereketli, ümit dolu fidanları. Kültür de, tıpkı suyun yeryüzü ile gökyüzü arasındaki deveranı gibi, asırların yüzünde çizgiler oluşturarak deveran eder bir toplumun ruhunda. Bazen başka dağlara çakan şimşeklerin yağmuru bize iner, bazen bizim şimşeklerimizin yağmuru yad elleri sular. "Bir nevi antibiyotik yapmalıyım..." Hangi birine yetişeceksin ki ey dost? Etrafımız geçilmez, koyu, balçık kıvamında bir bataklığa dönmüşse hele? Dil toz olup uçmuşsa, düşünce felç olmuşsa, tarih çamurdan geçilmez bir hal almışsa hangi harp sahasına koşup dağıtacaksın elindeki sınırlı ilacı? Şifayı?

Tarihimiz "düşünen tarih" haline getirilmemişse, Carl Schorske'nin bayıldığım kitabının ismiyle söyleyecek olursam, "tarihle birlikte düşünme" pratiği, yani tarihi bir düşünme konusu haline getirme, tarihin malzemesini düşünce ordularının içinde istihdam etme fikri gelişmemişse, aydının yapacağı şey, elbette bir yangın yerinde bulabildiği kadar suyla, yetişebildiği yere kadar söndürmeye çalışmaktan ibaret kalacaktır. Antibiyotik, bakterilere hücum; hiç değilse düşünmek için salim bir meydan açıncaya kadar...

"Yazmak bedduadır"

"Yaralı bir aydın" olarak Cemil Meriç, tarihi "tetebbû" ettiğinde beynine takılan kıymıklardan birisi de Patrona Halil İsyanı "mes'elesi"dir. Dikkat ederseniz "olayı" değil, "mes'elesi" diyor kendisi. Cemil Meriç'in sarp düşünce cangılına düşen hiçbir olay, meselesiz kalamaz çünkü. Zira bir destan gibi belli bir satıh üzerinde akıp gitmez onun düşüncesi. Hemen karışık bir yumağa dönüştürür "olayı". Düşüncenin deplasmanına çıkarır. Orada dener, sınar. İngiliz tarihçisi Buckle'dan naklettiği söz, beynindeki kıymıkların haricî yankılarından biridir sadece: "Tarih çizilecek bir tablo değil, çözülecek bir problemdir." Her şeyi önceden çözüp halletmişler ile bir işi olamaz Cemil Meriç'in. O, her şeyi önünde hazır bulan, paket servisle işi hallediveren kolaycılıklara iltifat etmeyi sindirememiştir "aydın namusu" dediği tavrın içine. Problem problemi doğurur, çözüm de bir başka problemi davet eder evine. "Tarihin cebiri" böyle işler çünkü.

"Tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazinedir." derken, soru sormayı unutmuş bir tarihin, aynı zamanda düşünmeyi unutmuş bir tarih olduğunu, düşünmeyi unutan bir tarihin ise her Allah'ın günü tarihten dem vurulsa dahi, zamanın katlarının her belgenin üzerine çektiği o görünmez sıvanın altında kendini gizlediğini söylemek ister. Belge, vesika, malzeme... Bunlar elimizde olsa bile tarihin mührünü sökemiyor, zamirine nüfuz edemiyor olamaz mıyız sanki? Sanki belgenin kendisi, kendisini kapatan, örten, gizleyen bir kapak, bir tür sıva olamaz mı? Ona nâfiz nazarlar fırlatmayı bilmeyen ve bu sebeple elimizdeki belgenin matlığına hayretler içinde bakan bizlerle eğlenen, belgenin kendisi olamaz mı?

J. B. Harley geliyor aklıma tam burada. Hani şu çağımız kartografya (haritacılık) tarihinin babası. Haritaların emperyalizmin silahları olarak nasıl kullanılageldiğini, haritaların ideolojik kahpeliklere nasıl kurban edildiğini erkekçe ve mertçe ortaya koyan ve eleştiren Harley, kulak kesilmemiz gereken bir başka Cemil Meriç değil midir? Peki neden ondan hiç haber getiren yok? "Kapitol'ün kazları" neden bu kadar gayretkeşler hâlâ? Biz barbarları, kutsal mekânlara yaklaştırmamak için mi? Gerçi Cemil Meriç'e göre bizim Kapitol'ümüz yok. Ama ne hikmetse ortalık "kazlar"dan geçilmiyor. Hatta "Bu sevimli mahlûklar" diyordu Meriç, "mâbedin bekçisi değil, kirleticisi... Roma'nın kazları heybetli bir trajedinin kahramanlarıydılar, bizimkiler tatsız bir komedyanın aktörleri."

Harley, yüzlerce sayfalık haritacılık tarihlerinde İslam haritacılığına 6, Hind ve İran'a yarımşar, Osmanlı'ya ise sadece 3 sayfa ayıran meslektaşlarının Avrupa-merkezciliğini yaman bir eleştiriye tabi tutarken, bu kitaplarda 5. yüzyılda Roma'nın düşüşünden 15. yüzyılda İstanbul'un "düşüş"üne kadar geçen bin yılın -yani İslam'ın parlak asırlarının- "karanlık"ta bırakılmasına isyan ediyor ve Batılı şablonları kafalarımızdan fırlatıp atmaktan söz ediyordu. Bu özgür beyin, haritacıların ancak böylelikle özgürleşebileceklerini söylüyor, İslam âlemi hakkında Batı'da imal edilen ve Doğu'ya kakalanan "gerileme", "duraklama" ve "yozlaşma" gibi terimlerin haritacılık tarihlerini nasıl felç ettiğini gösteriyordu.

Harley'in bir başka hakşinas yaklaşımı, gerçekten de göz kamaştırıcıdır. Geçmişin haritalarına biraz burun kıvırarak bakan "çağdaş" meslektaşlarını şöyle uyarıyordu üstad: Eğer bu haritalara ilkel, basit, gelişmemiş gibi kavramlarla yaklaşırsanız, onların kapı ve pencerelerini size sıkı sıkıya kapatmaları kaçınılmazdır. Siz onlara kapatırsanız kendinizi, onlar da size kendini kapatır. Bu durumda kaybeden onlar değil, siz olursunuz. Onların içerdiği zenginlikleri, düşünme biçimlerini, verimli damarları keşfetmekse amacımız, bu farklı kaynakları son noktasına kadar değerlendirmek zorunda olan bizler değil miyiz?

Harley, geçmişi basite almanın, kendimizi nasıl bir kötürümleşmenin içine sürüklemek anlamına geleceğini vurguluyordu. Aynı şekilde, "mührü sökülmemiş hazine"mize, yani tarihimize yaklaşırken bu uyarıları göz ardı etmekle kaybeden sadece biz oluruz, tarih değil. Nasıl olsa günün birinde onun mühürlerini eritecek bir derin bakış sahibi çıkıp gelecektir meydana.

Cemil Meriç, "Yazmak, bedduadır" derken, böyle bir ters büyüyü, çözen büyüyü mü kasdetmişti bilmiyoruz ancak yazdıklarını ve yapmak istediklerini gözden geçirince görülüyor ki, o, bir lanete uğramış gibi çarpılan aydınımızın içine büyülerini bozmaya gelmişti. Yaşadığı dünyalara daima "yabancı" kalması da bu büyü bozuculuk işlevini hızlandıran bir etki yapıyordu. Beddua, duayı çağırır bir yerde. Laneti dindirir...

Eskideki yeni

Ölümünün 18. yıldönümünde rahmetle andığımız Cemil Meriç Beyefendi'yi 21. yüzyılın bu çetin dönemecinde gözümüze giderek daha fazla 'batar' hale getiren şey nedir sahiden de? Acı bir ıslık gibi gelen bu sorunun cevabı şarkılaşmayacak besbelli. Zorlu bir nefs muhasebesine, kışkırtıcı bir özeleştiriye, içinde bulunduğumuz durumun yakıcı bir değerlendirmesine çağıran bu soru, en başta bizi bir 'yeniden okuma' girişimine davet etmeli değil midir?

Klasiklerimizi yeniden okuma zahmetine katlanmadan herhangi bir konuda mesafe alabileceğimizi, hakikaten "yeni" bir şeyler söyleyebileceğimizi zannediyorsak aldanıyoruz. Aslında birçok şey söylenmiştir bizden önce ve muhtemelen bizden de daha iyi, daha güçlü bir şekilde ve ne yalan söyleyelim, bizim söyleyebileceğimizden daha şık söylenmiştir. Bir yeniden okuma çabasının sonunda ulaşacağımız sonuç, büyük bir ihtimalle bu acılı cümle olacaktır.

Hem sonra "yeni" dediğimiz şey de nedir ki? Yeni bir şey söylemek sanki "eski" bilinmeden mümkünmüş gibi, eskiyi bilmeden yenilik yapılabilirmiş gibi, dahası yenilik zannedilen şeylerin gerçekten yeni olduğu eski göz önünde bulundurulmadan anlaşılabilirmiş gibi, bir yeni havucun peşinde sürüklenip gidiyor bu toplum. Yenileşme, modernleşme, Avrupalılaşma, Batılılaşma, küreselleşme...

Çağımızın ufuklarını ve sınırlarını çizen filozoflar, mesela Gadamer, Kuhn, Heidegger ancak eskiyle dolup taşan kültürlerin yeni bir şey ortaya koyabileceklerini, hatta bilimde bile yenilik yapmanın ancak eskilerin omuzlarına basmak suretiyle mümkün olacağını haykırıyorlar; ne çare ki, dağlarımız, çöllerimiz yankısız kalıyor bu seslere. Peki yerli sesler karşısında ne durumdayız? Miladi, Hicri ve Rumi takvimlerin birbirine çevrilmesi konusunda, yine en derli toplu kitabın Cevdet Paşa'nın ufacık Takvimü'l-Edvâr risalesi olması bile şaşırtmıyor bizi. Hiç düşündük mü? Tunuslu Hayreddin Paşa'yı okuyan ve anlayan birisinin Seyyid Kutub'dan alacağı bilgi kaç santimetreküptür acaba? Etrafında kıyametler kopartılan Leonardo Da Vinci'yi anlamadan -Keşke anlasalar!- çok yönlü dahi katına çıkartanların kaçta kaçı Molla Fenârî diye bir allâmemizin kültürümüzün "şifresi"ni barındırdığından haberdardır? Eski Amerikan Başkanı Ronald Reagan'ın kendi halkına ekonomik iyileştirme programını açıklarken İbn Haldun'dan ve "Mukaddime"den örnekler vermesi, gözümüzü açmaya yeter mi dersiniz?

Bütün bu uğultular içerisinden Antakya Lisesi'nde okuyan bir genç adam çıkıp yalnız Avrupa kültürü üzerinde değil, Hind kültürü üzerinde de, sadece Avrupa'nın klasikleri üzerinde değil de, kendi klasiklerimiz üzerinde de hakkaniyetle durarak önümüze kültür ve düşünce dünyasının cömert kapılarını açıyor. Balzac ile İbn Haldun kol koladır onun dünyasında. İhvan-ı Safa, adeta risalelerini yeniden yazıyorlar onun kalemiyle. Ali Şeriati ve Said Nursi de, Victor Hugo ve Proudhon da, Marx ve Weber de, Tevfik Fikret ve Mehmed Akif de beraber, dostça geziniyorlar onun binbir çiçekle müzeyyen bahçesinde.

Böyle bir gümrah bahçeye nicedir hasret duyan Türk okuru, yalnız çiçeklerden değil, bahçıvanın bilgili, bilge ve kararlı sesinden ve duruşundan da etkilenmiştir besbelli. Gerektiğinde muhatabının başına öfke dağları yığan, gerektiğinde Ganj kıyılarında hikmet fıçılarını delen bu adamın dili, sıra haksızlıklara uğramış bir tarihe, bir medeniyete, yeryüzündeki en büyük medeniyet dediği "Osmanlı"ya geldiğinde adeta kanatlanıyordu. Üslubunun şimşeğinden yayılan kıvılcımlar atom parçaları halinde sayfaların arasına dağılıyor, hikmet ve arzu yüklü cümlelerde soluğu alıyor ve yazılarını içenlerin kanına karışıyordu anında. Ardından, damarlardan patlama sesleri duyuluyordu içten içe. İşte bu, halis muhlis Cemil Meriç üslubunun kendisiydi.

Sorumuzu tekrarlayalım: Cemil Meriç'i 21. yüzyılın bu çetin dönemecinde gözümüze giderek daha fazla 'batar' hale getiren şey nedir? Bakışlarımızın şimşeğini, her gün yeni bir kasırganın tehdit ettiği ağacımızın zayıflayan köklerine yöneltmesi ve "Bu Ülke"nin, küresel kaos denizine çapasını almadan çıkmakta olduğuna dair ruhlarımızı burkan ihtimali bir kere daha düşünmemizi sağlaması değil mi? En fenası da, "gömülmesi unutulan bir cenaze" olma ihtimalimiz...

Cemil Meriç'in gözleri, bizim "Bu Ülke"nin karartılan bölgelerini görmemiz için kapandı dostlar...

MUSTAFA ARMAĞAN

Bir kâbustan erken uyanan adam

Bir kâbustan erken uyanan adam

'Canavarlarla dolu bir ormandayız. Yolumuzu hayaletler kesiyor. İthal malı mefhumların kaypak ve karanlık dünyası. Gerçek, kelimelerin arkasında kayboluyor.

Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir... IV. Murat'a, "Kanuni Sultan Süleyman devrine dön" diye haykıran Koçi Bey'den Reşit Paşa'ya kadar Osmanlı Devleti'nin bütün ıslahatçıları gerici... Gerici, ilerici... Düşünce hürriyeti bu mülevves kelimelerin esaretinden kurtulmakla başlar, düşünce hürriyeti ve düşünce namusu." (Bu Ülke)

Kim bilir kaçıncı keredir okuduğum bu zehir gibi pasajda bu defa başka bir kapalı kalmış nokta keşfedişim boşuna değil. Son zamanlarda yoğunlaştığım Osmanlı okumalarında akademik eserlerde sık sık yüz yüze geldiğim bir kara deliğin Cemil Meriç tarafından 30 küsur yıl önce yakalanmış olması önemliydi benim için. Özellikle tarihçi Rifaat Ali Abou Al-Haj'ın "Modern Devletin Doğuşu" adlı kitabında üzerinde ısrarla durduğu Koçi Bey'in risalelerinin 'gerici' karakteri, böylece çok daha önce, C. Meriç tarafından teşhis edilmiş oluyordu.

Cemil Meriç'i keşfetmek...

Peki Koçi Bey, sosyal evrim açısından 'gerici' sayılması gerektiği halde nasıl olmuştur da bir 'ilerici' tip olarak lanse edilmiştir bize? Osmanlı tarihi hakkındaki kanaatlerimiz, Amazon ormanını katledip tarla açan dev Batılı şirketlerin yaptığı gibi bir güzel elden geçmiş de ondan. Yozlaşan, bozulan, gerileyen bir tarihin içinden baktığınızda Osmanlı devlet ve toplumunun gelişim evrelerini yakalamanız mucize gibi bir şey oluyor ve sonuçta Koçi Bey gibi çıkar ve konumlarını zedeleyen bu değişim sürecine müdahale edip padişaha eski parlak dönemlere (sahi kimin için parlaktır bu dönemler?) dönmeyi tavsiye eden gericiler, birer ilerici olarak baş tacı ediliyor kitaplarımızda. Ne yani, Osmanlı bir asır önceki yapısına dönebilir miydi padişah, hatta toplum isteseydi bile? Biz 1906'daki durumumuza dönmeyi bırakın, 1956'daki, hatta 1996'daki milli gelirimize dönmeyi kabul ediyor muyuz ki, Sultan İbrahim'den ve o dönemin insanlarından aynısını isteyebiliyoruz?

Böylece tarih, David Lowethal'ın dediği gibi, "yabancı bir ülke" (a foreign country) haline getirilmiştir. Ameliyatlıyızdır; kloroform kokuyoruzdur ve 'bu yabancı ülke'de her şey kılık değiştirebilmektedir kolaylıkla. Korkaklar kahraman, gericiler ilerici olabilmektedir rahatlıkla. En zor şartlarda kazanılmış bir diplomatik başarı olan Karlofça antlaşması okullarımızda bir aşağılanma belgesi olarak sunulurken, Yunanistan'dan tazminat dahi alamadığımız Lozan zaferinin yere göğe sığdırılamaması, her şeyi açıklıyor aslında. Velhasıl, yukarıdaki paragrafta da gördüğümüz gibi, Cemil Meriç, bir kâbustan erken uyanan adamdır. Uyanmasını bildiği kadar, uyandırmasını da bildiği için olsa gerek, her ölüm yıldönümünde biraz daha teklifsiz bir yer kaplıyor gök kubbemizde. Şahsî intibahımın mühim bir kısmını Cemil Meriç'e borçluyum. Bir başka deyişle o, kendilerine kim bilir hangi fikir proteinlerimi borçlu olduğum velinimetlerimin ilk safında yer alıyor.

Cemil Meriç'i çok erken bir yaşta keşfettiğim için şanslı sayarım kendimi. "Bu Ülke"yi elime ilk aldığımda henüz 16 yaşındaydım. Onun kurmuş olduğu, ceviz gibi dışı sert ama içi besleyici cümlelerle yolculuğum bugün de devam etmekte gördüğünüz gibi. Lakin kendisine olan borcumu yeterince ödeyebildim mi? Bu sorunun cevabı yok ve belki de hiç olmayacak. Belki de kültür ve medeniyette "yamyamlık"ın caiz olduğunu söyleyenler haklıdır. Bir medeniyet nasıl kendinden öncekilerin bedenlerini yiyerek yeni bir çehre ve kimlik ediniyorlarsa; aynı şekilde bilim, sanat, edebiyat, düşünce ve kültür alanlarında sivrilenler de, kendilerinden öncekileri 'yiyerek', hatta 'tüketerek' var olabiliyor, hatta kendi yüzlerini ancak böylelikle oluşturabiliyorlar.

Fikir namusunun yıldızları

Dolayısıyla Cemil Meriç'in yüzümdeki yansımalarını ayırt edebilecek kudrette hissetmiyorum kendimi. Ama galiba insan bir başka yazarı yiye yiye onu temessül ediyor, şimdiki deyişle, özümsüyor. Ve hiç olmadık bir cümlenizin içinden veya o cümleyi kuruş biçiminizden, hatta ifadenizin edası içinden size gülümseyebiliyor o renkli kalem. Belki de "gelenek" dediğimiz köprünün bamteli tam buradadır. Hiç kimse "Hüdâ-yı nâbit" gibi köksüz bir kimlik hükmünde var olamıyor yeryüzünde. Dr. Jivago'daki gibi kendisinde başlayıp yine kendisinde biten bir tip düşünmek, muhal. Ancak bir gelenek dairesindekiler, aynı kökten beslenmelerine rağmen kendi dünyalarını farklı üsluplarda şekillendirebilir, güvenli bir kişilik duvarı oluşturabilirler. Çünkü sadece bir geleneğin içinde nefes alıp veren fertlerdir ki, kendisinden öncekilerin ne yaptıklarını genişlemesine ve derinlemesine bilir ve o bünyede yapılmış olanların yanı başına kendi tezgâhlarını huzurla açabilirler.

Cemil Meriç'i bir düşünce geleneğine bağlamayıp kendisiyle başlayan ve kendisiyle biten bir "sürpriz" gibi algılayanlar hem ona, hem de kendilerine yazık ediyorlar bence. Çünkü o, ulus-devletin sunağında kurban edilmeye çalışılan bir evrensel geleneğin enkazının altından çıkmış ve bu geleneği unutmuş veya unutturmaya and içmiş çağdaşlarının yanılgılarından manda dönemini yaşayan 'Hatay' perdesiyle korunmuştu. İşte 1940'larda siyasî sınırlarına dahil olduğu Türkiye'nin hijyenik işlemden geçirilmiş, sterilize edilmiş fikir atmosferinde biraz Tunuslu Hayreddin'in "yaban gözü"yle dolaşması bundandır. Kendisine eklemleneceği bir sarmaşık ucu dahi bulamadan, Saragozalı İbn Bâcce'nin "ayrık otu" benzetmesindeki gibi, hakikatin kapısını, zamanını şaşırmış tehlikeli bir cümle gibi (bu cümlelerden daha tehlikeli ne olabilir ki?) aşındırıp durması ve sonunda, Osmanlılığın "kayıp atlası"na sığınması da bundandır.

Nitekim 1970'li yılların ortalarında Bediüzzaman'ın külliyatıyla tanıştığında eski bir dosta kavuşmuş gibi helecanlara gark olmasını iyi tahlil etmek lazım. Bediüzzaman da beyin ameliyatı geçirmiş bir toplumda bir başka İbn Bâcce değil miydi? O da erdemli toplumun hayatiyetini idame şansının sukût ettiği bir ortamda, tek başına da olsa, o toplumu yeniden inşa etmek için çalışacak ve "ayrık otları"ndan yeni bir "tedbîr" yolunu örecekti.

İbn Bâcce, Said Nursi ve Cemil Meriç... Üç ayrık otu. Onlar benim nazarımda fikrin namusunu devirlerinin değirmenine kurban vermeyen ve bunun için uzun vadede kazanan üç samimi arkadaştır. Nitekim Cemil Meriç de bir yerde, kendisini anlatırcasına, Ahmet Hamdi Tanpınar için "kayayı çatlatan incir çekirdeği" dememiş miydi? Ne diyordu İbn Bâcce ayrık otları (nevâbit) için: "Bu devlette var olmayan ve başkalarının inançlarına aykırı bir gerçek fikre gözünü dikenlere 'ayrık otları' denilmiştir. Ayrık otu terimi, genel anlamda, fikirleri, doğru veya yanlış olsun, başkalarınınkinden farklı olanlar için kullanılır... İdeal devlet hastalandığı, bozulup kusurlu hale geldiği zaman ayrık otlarının varlığı, ideal devletin vücuda geliş sebebidir. Sufiler onlardan 'garipler' diye söz eder. Çünkü onlar kendi ülkelerinde ve arkadaş ve dostları arasında yaşasalar da, fikren yabancıdırlar, düşünceleriyle başka alanlarda gezerler." Velhasıl, ayrık otları, kâbus kuyusundan rüya-yı sâdıka çeken ellerdir. Rahmet onların üzerlerine yağsın; kalanı bize yeter nasıl olsa...

MUSTAFA ARMAĞAN

'Cemil Meriç külliyatı orijinal mi?' tartışması

'Cemil Meriç külliyatı orijinal mi?' tartışması

Türk düşünce hayatına silinmez izler bırakan Cemil Meriç'in yeniden basılan 'bütün eserleri' acaba orijinal değil mi? Bu soru, Cemil Meriç'in oğlu ve eserlerinin editörü Mahmut Ali Meriç'in, İletişim Yayınları'ndan yeni çıkan "Kırk Ambar 2"nin 'önsöz'ünde açıkça "eleştirel bir yaklaşımla birtakım düzeltmeler ve değiştirmeler" yaptığını açıklayan sözleriyle yeniden gündeme geldi.

Meriç, önsözde şöyle diyor: "Hep babamın yapmak isteyip de zamansızlıktan ve çeşitli imkansızlıklardan dolayı yapamadığı, eserlerinin sonraki baskılarına müdahale edebilme şansı olsaydı yapmayı isteyebileceği eklemeleri, düzeltmeleri yapabilmek arzusu, çabası. Doğru veya yanlış, önleyemediğim bir tutku, bir tür sorumluluk duygusu diyebiliriz." Aksiyon Dergisi'nde Muhsin Öztürk imzasıyla yayınlanan "Bu bir 'jurnal'dir" başlıklı haberde, Cemil Meriç külliyatının yayın öyküsü anlatılıyor ve ilk baskılarla yeni baskılar karşılaştırıldığında bu değişikliğin açıkça görüldüğü ifade ediliyor. 8 yıl Cemil Meriç'in sekreterliğini yapan Halil Açıkgöz'e göre, oğlu eklemeler ve çıkarmalarla Cemil Meriç'in entelektüel mirasına da dahil oluyor. Alev Alatlı, yapılan işlemi 'Picasso'nun bir tablosunu, "aslında böyle yapmak istememişti" diyerek değiştirmeye benzetirken, Cemil Meriç üzerinde çalışmalarıyla bilinen Mustafa Armağan'a göreyse külliyat kaosa dönüşmüş durumda. Meriç'in ilk kitaplarını yayınlayan Ötüken Neşriyat yetkilileri, "Cemil Meriç unutturulmak isteniyor." derken, vefatından sonra yazarın 'bütün eserleri'nin yayıncısı olan İletişim Yayınları, Mahmut Ali Meriç'in yaptığının, 'eşine az rastlanır bir editörlük çalışması' olduğu görüşünde. Cemil Meriç'in kızı Ümit Meriç, ağabeyine yaptığı titiz çalışmadan dolayı teşekkür ederken, "Babam yaşasaydı bundan daha farklı bir metin ortaya çıkmayacaktı." diyor. Eleştirilerin büyük ölçüde Cemil Meriç'in çalışma tarzının bilinmemesinden kaynaklanabileceğini ifade ediyor. Kültür-Sanat

Cemil Meric,

Mehmed Niyazi

Değerli yazarlarımızdan Sayın Dücane Cündioğlu'nun rahmetli Cemil Meriç hakkında "Bir Mabed Bekçisi", "Bir Mabed İşçisi" kitaplarını görünce yadırgamıştım. Çünkü kanaatimce Meriç'in farik vasıfları bunlar değildi.

"Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır." diyen mütefekkir olarak "Kültür Bekçisi Cemil Meriç" veya "Geçmişle gelecek arasında köprü olmak istiyorum." feryadıyla mazinin lüzumuna işaret ettiği için "Tarih Bekçisi Cemil Meriç" diyebilirdi, şeklinde düşünmüştüm. Fakat kitapları okuyunca Cündioğlu'na hak verdim.

Cemil Meriç kültür ve tefekkür dünyamızın köşe taşlarından biridir. Heybetli üslubu, çarpıcı fikirleriyle onu hep Nietzsche'ye benzetirim; tabii ne inanç, ne de hassas olduğu konular itibarıyla. Nasıl "Kadına mı gidiyorsun, kamçıyı unutma." öğüdüyle bir Avrupalı olan Nietzsche bizi şaşırtıyorsa, serenatlar yakılan Batı'yı çok iyi bilen Meriç de "İdeolojiler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir; itibarları menşelerinden gelir, hepsi de Avrupalıdır." hükmüyle bizi şaşırtmaz mı?

Medeniyet kültür birikimidir. Cemil Meriç, sevabı ve günahıyla Hakk'ın rahmetine kavuştu. Bu fani âlemde kendisinden söz edilmesine onun ihtiyacı yoktur. Çileli bir hayat sürmesine rağmen ardında abidevi eserler bıraktı. Bilhassa "Bu Ülke" adlı kitabıyla boyun eğdiğimiz Batı'nın karşısında saygı duyulacak bir duruş sergiledi. Fakat onu anlatmaya, tanıtmaya milletçe ihtiyacımız var. Yeni nesillerin Cemil Meriç gibi kanatları ufuklarımıza sığmayan bir fikir kartalını tanıyarak yetişmeleri başka; ondan habersiz yetişmeleri başkadır.

Bizde bir kişi, bir insanı beğeniyorsa, ona methiyeler düzer; aksi ise ya onu görmezlikten gelir ya da önyargılarını ifade eder. Cündioğlu, Cemil Meriç'i ciddiye aldığı için hakkında eserler yazmış; fakat bizde alışılagelmiş tarz ve üslupta ele almamış. Bir fikir adamı soğukkanlılığıyla "Sizce Cemil Meriç bir ilim adamı mıdır?" veya "Hangi anlamda bir bilim adamı?" sorularını sormuş, önyargısız değerlendirmeler yapmış. "O bir fikir adamıydı, bir mütefekkirdi." veya "Cemil Meriç mi? Haa, bakınız o benim entelektüel babamdı." gibilerden aydın geçinenlerimizin Cemil Meriç değerlendirmelerinin seviyeli, ama eğlenceli bir üslupla "hoş" ve "boş" olduğunu anlatmış ve tokadını yüzlerine indirmiş: "Vefatının üzerinden bunca yıl geçmişken, Meriç hakkında ciddiye alınabilecek seviyede, sadra şifa bir tek monografi ve/veya biyografi yazılmış değil." Ardından da üzüntüsünü şöyle dile getirmiş: "Henüz elimizde hazırlanmış ciddi ve kapsamlı bir tek bibliyografyası yani bir tek "Cemil Meriç haritası" bulunmamaktadır."

Doğru bir analizle vasıflarını üç başlıkta toplamış: Mütercim, münekkid, mütefekkir Meriç. Bu vasıflarını değerlendirirken de kendi pozisyonunu ortaya koymuş: "Hak, bizden tarafsız olmanın keyfini sürmemizi değil, dürüst olmanın ızdırabını çekmemizi talep eder."

Bütün bir ömrün muhasebesini birkaç sayfaya sığdırmak kabil mi? Kim hafızasının aynasında sadık akisler bulabilir? Çevrenin/çevremizin bizi taşımak zorunda bıraktığı maskeleri istesek de yırtabilir miyiz? Hele bir sanatçı ebediyetin karşısına süslenerek çıkar. Bütün hal tercümeleri bir çeşit müdafaanamedir." Yürekten bir itirafta bulunan üstadımız Meriç geçirdiği fikri evreleri şöyle belirtiyor: "1917-1925; koyu Müslümanlık devri, 1925-1936; şoven milliyetçilik devri, 1936-1938 sosyalist olduğu, 1938-1964; Araf'ta olduğu, 1964'ten sonra; kendi kültürümüze dönüp "Sadece Osmanlıyım" dediği yıllar. Bu değerlendirmeyi ele alan Cündioğlu, Hak adına şunu soruyor: "Sekiz yaşına kadarki hayatını, bulanık, başsız ve sonsuz bir hatıralar yığını" olarak tavsif eden bir yazarın, bu çocukluk yıllarını -göz göre göre- koyu Müslümanlık devri olarak tanımlaması çok şaşırtıcı, hatta biraz da gülünç değil mi?"

Bu kitaplarda büyük bir mütefekkire karşı kadirbilirlikle kritiğin yakıcı zekası görünüyor. Anlatılan Cemil Meriç hakkında "fikrin kılıcı", "nesrin kükreyen aslanı" gibi benzetmeler yapılsa sezadır. Anlatan kıvrak üsluplu, son derece dikkatli çalışan Dücane Cündioğlu... İşte insan böyle anlarda sütununun kısıtlılığının, haftada bir yazmanın acısını duyuyor.

'Ölür ise ten ölür, Meriç ölesi değil

'Başlıca işim, düşünmek ve düşündüklerimi cemiyete sunmaktır." diyen Cemil Meriç, yirmi yıl önce bugün 71 yaşında vefat etti. "Düşünmek, düşünceye hakettiği asaleti vermek ve bunu cemiyetle paylaşmak" içinde yaşadığımız coğrafyanın yakın zamanlarda unuttuğu bir nitelik. Değerler sıralamasında düşünce hanesi hayli gerilerde.

Hele hele Cemil Meriç gibi belli bir kesime bağlanmamış, fikri birikimini bir sofist tavrıyla "izm"lerin meşrulaştırılmasına adamamış olan kişinin kendisine biçtiği rolle "kitlelerin sevgilisi" olması beklenemezdi, nitekim öyle de olmuştur. "İzm"ler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleri," diyen Meriç'i, izm'lere bağlanmayı, bir kolektif kimlik fantezisi içinde kendi bireyliğini yitirmeyi soylu bir tavır olarak gören kuşakların anlaması kolay değildir. Bugün izm'lerin sonundan bahsedenlerin bile gerçekte başka bir kılıkla arzıendam eden yeni bir izm'in takipçileri olduklarını fark edemedikleri bir dünyada Meriç'in sözlerine kulak verenlerin az olması anlaşılır bir durumdur.

Elbette herkes düşünce hayatıyla ilgilensin, herkes entelektüel bir sermaye oluştursun ve bu alandaki geleneği bilsin şeklinde bir iddia söz konusu olamaz. Her toplumda fikir hayatında yer alanlar nihayetinde bir avuç insandır. Herkes işini yapmalıdır ve her iş kutsaldır. Ancak, düşünce hayatıyla uğraşanların, kendilerine öyle bir rol atfedilenlerin politik kadastroları aşkın bir bağlam içinde birbirlerinden haberdar olması, ortak kutsallıklarının bulunması önemlidir. Keza bir başka önemli husus, işi bir ülkenin fikri birikimine katkı sağlamak olmayanların dahi en azından düşünce insanlarını bilmesi, tanıması ve onlara yaşadıkları toplum adına gereken saygıyı göstermesidir. Bir gece geç vakit katıldığı davetten evine dönen Bernard Shaw, içeri giremeyecek kadar sıkışmış bir vaziyette "kimseler görmeden" evinin duvarına siymeye kalktığında hemen çevreden birisi tarafından ikaz edildiğinden bahseder. O kişinin söylediği şudur: "Beyefendi o evin duvarına siyemezsin; çünkü orası B. Shaw'ın evidir." Düşünce insanına karşı asgari duyarlılık sınırı böyle bir yerden geçer. Ülkeleri rastgele bir toprak parçası olmaktan kurtaran, üstünde yaşayanları da bir halk, bir millet haline getiren birkaç ilke sayılacaksa, herhalde en başta gelenlerinden birisi de budur.

Fildişi kule

Üstat bir yazısında yeni çıkmış bir eserini devrin önde gelen fikir adamlarına birer üst yazı ile gönderdiğini; ama hiçbirisinden ses seda çıkmadığını sitemle anlatır. Sitemi "niçin görülmüyorum"a değil, bu hâlin cemiyet adına nasıl bir bahtsızlık olduğunadır. Onu düşünce semamızın yıldızı ama münzevi bir yıldızı yapan biraz da yaşadığı bu türden şartlardır. Fildişi kule bir sırça köşk değil, hayatın kaba gerçekliğine karşı kelimelerden, fikirlerden ve tarih içindeki düşünce devlerinden oluşmuş bir sığınaktır. Dışarıdaki hayata karşı içerideki zihni dünyadır. Meriç, Kırk Ambar'daki bir yazısında "Mea Culpa" diye başlayan bölümde, cemiyetin içinde yaşadığı kargaşayı kendi suçu olarak görür. Çünkü o bir okuryazar olarak üstüne düşeni yapamamış, "Bir ülkenin vicdanı olmak, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak" görevini yerine getirememiştir. Ancak onun külliyatını bilenler bu sözleri, o muhteşem entelektüel dehanın tıpkı büyük mistikler gibi nasıl derin ve kucaklayıcı bir vicdana sahip olduğunun ifadesi olarak görürler.

Bir kesimin, bir grubun değil, herkesin vicdanı olmak! Eğer ona araçsal bir anlam yüklemiyor, fikir pazarında birilerine saldırmak için onun haşmetli varlığını siper olarak kullanmıyorsanız, vicdan herkese yöneliktir; çatışanları, farklı yönlere savrulanları insani ortaklıkları üzerinden kucaklayan bir insanlık durumudur. Vicdan, tam da özellikle politik mücadelelerin körleştirdiği yerdeki insani olanı görmek ve kavramak için vardır. Edward Said, entelektüelin görevini "krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir." şeklinde tanımlarken Meriç'in "bir devrin vicdanı olmak" isteğiyle buluşur. Said'i ve Meriç'i aynı yerde bir araya getiren ait oldukları o farklı ülkenin vicdana en geniş anlamda hayat bahşeden fikir ve tecrübe zenginliğidir. Unutmayalım ki vicdan, arzudan, ya da kategorik bir ahlaki tavırdan değil; ülkelerin, kültürlerin, hayatların en derin şekildeki ilişkisel dünyasından çıkar.

Meriç, Hint'i tanımış, kutsal Vedalardan büyülenmiş, Ganj'ın mistik sularında yıkanmış birisidir, aynı zamanda Saint Simon'u, bu ilk sosyalisti, hakkı yenmiş, gölgede kalmış; ama asrın tüm düşüncesini yoğurmuş birisi olarak takdirle anmıştır. Keza başlı başına bir çalışmasının konusu olarak ele aldığı bir başka kişi, doğrunun ve yanlışın ötesinde, insanların idrakine "mülkiyet hırsızlıktır" diye şövalyece haykıran Proudhon'dur. "İrfan Doğu, kültür Batı'dır." diyen Meriç, hem irfanın hem kültürün zirvelerinde dolaşır. Hugo ve Balzac, hakkını vererek çeviri yaptığı iki büyük romancıdır. İran şiiri, Doğu'nun klasikleri tıpkı Batı'nın klasikleri gibi onun zihninin derinliklerinde yerlerini almışlardır. İşte onun vicdanını oluşturan bu arka plandır. O, bir çağın zirvesinden aşağıda, sisler içindeki ovada yaşananları görmüş, cenk türküleri, kılıç şakırtıları arasında yitirilenleri hüzünle dile getirmiş; ama sesini, kendisini akrabalık bağları içinde gördüğü okuryazarlara dahi yeterince duyuramamıştır.

Kamus namustur...

Üstat bir yazısında, "Kamus, namustur." der. O her sözünü, her kelimesini bir namus duygusuyla kaleme almış birisidir. Söze hakkını vermek, hazır repliklerin, klişelerin ortada dolaştığı, sözlerin anlamını ve değerini angajmanların belirlediği, Cenap Şahabettin'in dediği gibi, "Beğendikçe alkışlayan havas"ın ortadan çekilip "alkışlandıkça beğenisi artan avam"ın sesinin ve alkışının gür çıktığı bir zamanda geride kalmaya mahkûm bir asil düşünce tavrıdır. Hegemonik söylemin neyin meşru neyin gayrimeşru olduğunu tayin ettiği bir zamanda, sadece meramını anlatmak için değil, düşünce üzerindeki baskısını da kırmak için nasıl kahramanca bir tavırla ortaya atıldığını Meriç okuyucuları iyi bilirler. "Çağdaşlık" gibi neredeyse kutsallık mertebesine yükselmiş, bırakın eleştiriyi, bu manada daha doğmamış düşünceyi bile büyük bir günah olarak cezalandırmak kudretindeki kavramı, "Bu çağdaşlaşma kadar rezil, adi ve katil bir kelime yoktur." diye başlayan uzun bir tiratla "hakettiği şekilde" değerlendirmiş, arkasına saklanan idraki açığa çıkartmıştır. "Çağdaşlaşma mefhumu dünyanın hiçbir dilinde yoktur bizden başka. Biz çağdaşlaşma diye kendimizi idama mahkûm ediyoruz." ifadesiyle asıl yaraya parmak basmıştır. Bilgiyle haysiyetin buluştuğu yer işte burasıdır. Kamusu namus olarak gören kişinin, içi boş kavramların nümayişine göz yumması, bir yalancı şenliğin göz bağcılığı olarak kullanılmasına rıza göstermesi beklenemez. "Dil varlığın evi"yse, dil varlıkla bu kadar ilişkiliyse, dile titizlenmek varlığı saygının bir gereğidir. O derbeder kelimelerden oluşmuş sarhoş yağma alaylarının varlığın şehrini talan etmesine karşı kapıyı bekleyen muhafızdır. Elbette bu titizliği sadece başkalarına karşı değil, en başta kendi yaptığı işte gösterir. Yazılarını kaleme alırken önce kelimelerden başlar, onların tarih içindeki izlerini sürer, bugüne geçmişten neleri telmih ederek ulaştıklarını dile getirir ve bizim gözümüze pek aydınlıkmış gibi görülen kavramların alacakaranlık dünyasını, kültürlerin yağmurunda, karında, rüzgârında, tarihin uzun soluğunda dövüle dövüle şekillenen anlamını hatırlatarak, kendi zamanımızı hakikileştirme yanılsamasına düşmemize mani olur. Hürriyet, kültür, irfan gibi düşünce savaşlarının bu ağır silahlarını bir bir açığa çıkartır.

Bakmak ve görmek...

Meriç yaşarken Göztepe'deki evinde kendisini ziyaret etme imkânı bulmuştum. Bir kütüphane, bir masa ve Cemil Meriç... 38 yaşından beri gözleri görmediği için hep birilerinin kendisine okuması ve söylediklerini yazması biçimindeki bir ilişki biçiminden ortaya çıkan külliyat, işte böyle bir yalın arka plana sahipti. Görüntü yalındı, evet; ama o görüntünün tam da merkezi yerinde, yalınlık örtüsünün altında Meriç'in İskenderiye kitaplığı gibi duran zihni vardı. Herhalde makro kozmosun mikro kozmosta temsili böyle bir şeydi. 33 yıl gözleri görmemiş; ama kendisini takip edenlere asıl görmeleri gerekenleri ustalıkla göstermiş, düşünce hayatının girift ormanında nasıl yol almak gerektiği konusunda öğretmenleri olmuştu. Arjantinli yazar Borges ile Cemil Meriç örneği, insanlığın hikâyesini kavramak ve bu konuda başkalarına mihmandarlık etmek için asıl gerekli olanın göz değil, ondan bağımsız görme olduğunu göstermiştir. Herhalde Rilke'nin bakmak ile görmek arasında ayırım yaparken ima ettiği hususlardan birisi de budur.

Elbette bir yanda Meriç'in kendi hayat kronolojisi ve eserlerinin bu hayat çizgisi üzerindeki yerleri, diğer yanda ise biz okuyucuların bu kronolojiye hiç de uymayan bir şekilde yapmış olduğumuz okumalar vardır. Benim kişisel hikâyemde Meriç'le karşılaşmam "Bu Ülke" kitabıyla olmuştu. Yetmişli yılların başlarında çocuklukla gençlik arasında "debelenir" ve başkalarının gözünde bir yer ve değer edinmenin kişisel arayışıyla kolektif kimliklerin vaat dolu dünyası arasındaki tuhaf ve arızalı ilişkide yol almaya çalışırken "Bu Ülke" elimden tuttu. "Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin kemiği..." diyen üstatla mülaki oldum. Beni büyüleyen, fikirlerinden de önce diliydi. Yazı dilinin niçin "hayat"a ait değilmiş duygusu yarattığını onun sayesinde anladım. Üstat, konuşma dilinin o rahat, o serazat, kimi zaman doğrudan seslenen, haykıran, kimi zaman tıpkı okuyucuları gibi içine çekilen, sessiz bir söylenmeye dönüşen, aforizmalarıyla aklı ve kalbi birleştiren imkânlarını kendine has bir üslup güzelliğiyle sunuyordu. "Kelimeleri sana veriyorum okuyucu... Nihayet bütün dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede de o var. Kelime, narsistin kendisini seyrettiği dere. Çok bakma, içine düşersin." diyen bir aklın, içine yeniden ruh üfürdüğü kelimelerden aldım. Sonra karmaşık bir şekilde Ümrandan Uygarlığı, Bir Dünyanın Eşiğinde, Işık Doğudan Gelir, Kültürden İrfana, Kırk Ambar kitaplarını okudum.

En son okuduklarım ise Jurnal I ve Jurnal II'ydi. Günlüklerdeki "çıplak görünmek korkusu"ndan bahseden Meriç için çıplaklık, zihninin dip bucak ortaya konmasıydı: "Sen acıların, utançların, zilletlerinle aynısın. Rüyaların, hayallerin, dileklerinle bir başkası..." Günlüklerde sürekli kendisiyle savaşan bir Cemil Meriç gördüm. Bilginin, insanın hayatını nasıl her bilgeliğin kendi sesiyle konuştuğu çok sesli müziğe çevirdiğini gördüm. Aynı zamanda bir entelektüelin bu dünyada her ne yazdıysa bunu kanından, canından bir parça olarak yazdığını gördüm. Bu fikir işçisinin anarşizmden sosyalizme, Dante'ye, Hügo'ya, ansiklopedistlere, Cevdet Paşa ve Namık Kemal'e, İhvan-ı Safa'dan İslamiyet'e yol alışları, öfkeleri, kızgınlıkları, sevinçleri ile soluk alıp veren canlı bir insanın seyahatleriydi. O, sadece bugünde değil, hatta belki bugünden çok daha fazla geçmişte yaşıyor, üstüne tarihin yaprağı düşmüş insanlar ve kitaplarla konuşarak yazıyordu. Bütün düşünce uğraklarından geçerek ulaştığı yerde üstadın söylediği, "Galiba, tek kurtuluş inanmak."tı. Jurnallerden sonra onun eserlerini bir kez daha baştan okumak gerektiğini düşündüm.

Işık, Meriç'ten yükselir

Meriç öleli yirmi yıl geçmiş. Bugünkü genç kuşaklar arasında Meriç'in ismini bilenler fazla değil, bir eserini okumuş olanlar ise daha az. Bu kadirbilmezlik sadece Meriç'e karşı yapılmıyor, biraz geçmişte kalmış her eser her insan, garip bir şekilde "eskimiş" muamelesi görüyor. Yanındaki ikinci kelimeden bağımsız bir şekilde, kendi başına tirani bir güce sahip olan "yeni" zaman tekerleğinin gerisinde kalan her şeyi bir anda modası geçmiş olarak yaftalıyor. Oysa fikir dünyasının ritmi ile moda dünyasının ritmi hiçbir şekilde aynı değil. Hayat orkestrasının ritim sazı olarak modanın ses verdiği bir düzende, şeylerin değerini anlamak için yeninin bu kutsal dansından ayrılmak, ritüeli bozmak, bağlamın dışına çıkmak gerekiyor. Üstat ışık doğudan yükselir, demişti, benzeri bir anlatımla bugünün kuşaklarına şunu söylemek lazım: Gelecek için ışık geçmişten gelir. Geçmişin derin aydınlığına vâkıf olanlar, aynı ölçüde geleceğe nüfuz etme kudret ve cüretkârlığını kendilerinde bulurlar. Cemil Meriç bu manada fikir yolculuğuna çıkmış olanların elindeki "İstanbul'dan yükselen lüks"tür. Sadece bakmak için değil, görmek ve nüfuz etmek için de Meriç'in kitaplarındaki ışığı geleceğe düşürmek gerekir.

Bu ölüm yıldönümünde, kadim bilgeliğin mecrasında diğerleriyle hemhâl olmuş Meriç'e en uygun düşen sözlerden birisi, aynı gelenekteki diğerleri için de söylenmiş olan, "Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil." sözleridir. Meriç bundan yirmi yıl önce ölmüştür; fakat o halen düşünce dünyamızda varlığını sürdürmekte, kendisini tanıyanlara olduğu kadar hiç görmediği, görmesi mümkün olmayan yeni kuşaklara da kitapları üzerinden hocalık yapmaya devam etmektedir. Canın ölmemesi böyle bir durumdur. Can, onun sayfalarına uzanan her yeni solukla birlikte yüzünü hayata dönen kelimeleriyle can bulmakta, ebediliğin içinden bugüne konuşmaya devam etmektedir. Her kim yüzünü Meriç'e dönerse, bilsin ki canına can katacaktır.

Son söz yine onun: "Hayatının sonuna yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla, mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma, daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum, sesim duyulur mu? Meşhur bir adam da değilim, kalabalığın benimsediği edebi bir nevi de temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm. Beşeri ihtiraslardan uzaklaşmışım: Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar..."

M. NACİ BOSTANCI

No comments: